Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.)
Hayber, volkanik bir
arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam
yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine`nin kuzey batısına düşüyor ve ona
uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
Resûl-i Ekrem Efendimizle olan
anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine`den sürgün edilen Yahudilerin çoğu
buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline
getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini
ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek
Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat
durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve
propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir
anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine
yürürse Hayberliler de Medine`ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse,
Kureyş müşrikleri Medine`ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan
Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz,
Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine`yi
onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey
tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu.
Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından
gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam`la idi.
Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma
istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir
şey değildi.
İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini
gerektiriyordu.
Medine`den hareket
Hayber Gazâsına çıkmaya
karar veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabına hazırlanmalarını emretti.
Bu
arada korkularından Hudeybiye seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok
kimsenin, Hicaz`ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber`de elde edilecek
ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri
görülüyordu. "Hayber`e biz de sizinle gidelim" diyorlardı.
Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz şu tâlimatı verdi:
"Allah yolunda, İ`la-yı Kelimetullah
uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse
bizimle birlikte gidemeyecektir. Onlara ganimetten de bir şey
verilmeyecektir."328 Bunu, Medine`nin içinde bütün halka da ilân etti.
Hz.
Resûlullahın bu emri bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakkın rızası gözetilerek,
maddî hiç bir karşılık beklemeksizin, hattâ böyle bir şeye niyet dahi
edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders
vermektedir.
Zaten, İslâm`da harbin ulvî ve nuranî gayesi de: İ`la-yı
kelimetullahtır.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) emri üzerine
Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları 200`ü atlı olmak üzere 1600 kişiyi
buldu.329 Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte
Medine`den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz Hayber`de
bulunduğu sırada içlerinde meşhur Ebû Hureyre`nin de bulunduğu Devs Kabilesinden
400 Müslümanla Habeşistan`dan gelen Muhacir Müslümanlar da orada İslâm ordusuna
katılacaklardır.
Ayrıca Medine`den hareket eden İslâm ordusunda Resûl-i
Ekrem`in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da
vardı. Harp esnasında yaralanan mücahidleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek
ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.330
Peygamber Efendimiz,
Medine`de yerine Gıfarlı Siba` bin Urfutat`ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem
ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin mânevî boyasıyla
boyanmış mücahidler pürşevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı.
Şâir Âmir bin Ekva` o andaki heyecan ve sadakatını şu şiiriyle dile
getiriyordu:
"Allah`ım! Sen hidâyet etmeseydin, biz doğru yolu
bulamazdık.
"Zekât veremezdik.
"Namaz kılamazdık.
"Üzerimize yürüyen
bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya
çalışınca.
"Sen, kalblerimize sekînet indir!
"Çarpıştığımızda da
ayaklarımıza sebât ver!"331
Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu
sordu. Âmir bin Ekva` olduğunu öğrenince de, "Allah ona rahmet etsin"
buyurdu.332
Mücahidler bir an durakladılar. Zira, bu duâ Âmir`in şehâdet
mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
"O, ne sağırdır, ne
gâib"
Mücahidler tekbirlerle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir
sadalarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, "Allahü
Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilâhe İllallahu V`allahu Ekber!" diyerek tekbir
getirdiler.
Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle
buyurdu:
"Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz ne sağır
çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her
şeyden daha yakın olan Allah`a dua ediyorsunuz"333 diye buyurdu.
Evet, duâ
ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle
şah damarımızdan daha yakındır: "And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona
vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha
yakınız."334
Kalbimizin en gizli hatırasını bilen yalnız O`dur. Bildiği için
de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine
getiriyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce
Rabbine şöyle yalvarıyordu:
"Allah`ım! İstikbal endişesinden, geçmişin
tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken
borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana
sığınırım!"335
Peygamber Efendimiz, ordusu ile Reci` denilen yere vardı ve
orada konakladılar. Burası Hayber`le Gatafanlıların yurdu arasında bir yerdi.
Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı. Şöyle ki: Hayber Yahudileri
Gatafanlılardan yardım istemişler, onlar da bunu kabul edip gerektiğinde gelip
kalelerinde İslâm ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi.
Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni olmak için de,
Gatafanlılara, "Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber`in bir
yıllık hurma mahsulünün kendilerine verileceği" teklifinde bulunmuştu. Ancak,
onlar kabul etmemişlerdi.
İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya
gelip konmakla, Gatafanlılardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın
önünü kesmiş oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlılar, Hayber
Yahudilerine hiç bir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda
kaldılar.
İslâm Ordusu Hayber Önlerinde
Peygamber Efendimiz
daha sonra ordusuyla Reci`den Hayber`e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber
önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı
bekledi.
Peygamberimizin Duâsı
Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber
önlerine varınca şöyle duâ etti:
"Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan
Allah!
"Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!
"Ey şeytanların ve
saptırdıklarının Rabbi olan Allah!
"Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbı
olan Allah!
"Biz, Senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkının hayrını ve
iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.
"Onun
şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana
sığınırız!"336
Herhangi bir şehre girildiğinde Efendimiz hep böyle duâ
ederdi.
Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına
gitmek üzere kalelerinden çıkınca karşılarında İslâm ordusunu buldular. Birden
şaşırıp kaldılar ve "İşte Muhammed ve ordusu!" diye bağrıştılar.
Sonra da
telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine
sığındılar.337
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı.
Peygamberimizin tâ Medine`den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına bir
çoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetli idi, adamları da çoktu.
Harp âletleri de oldukça fazla idi. Öyle ise Hz. Resûlullah Bütün bunları göze
alarak gelemezdi. Kanaatları buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi
çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
Onların bu şaşkınlığını ve
gerisin geri pürtelâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz
(a.s.m.), bu durumu hayra yorarak şöyle buyurdu:
"Allahü Ekber! Allahü Ekber!
Haribet Hayber! (Hayber harap oldu). Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp
girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!"338
Hayber`in fethine
işâret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.339
Haber Yahudileri aralarında
görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar
verdiler.
Savaşacak olan Yahudilerin hepsi en kuvvetli kale olan Natat
kalesinde toplandılar. Eşyalarını, âile ve çocuklarını da başka kalelere
yerleştirdiler.
Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden
mücahidlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm ordusu da Natat önünde
karargâhını kurmuştu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla
elli kadar mücahid yaralandı.
İkinci günü Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle
İslâm ordusu karargâhını Reci` mevkiine nakletti. Böylece yakınlarındaki
evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahidler korunduğu gibi, konmuş oldukları
ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
Peygamber Efendimiz ve
mücahidler her sabah silahlanarak Natat Kalesinin üst taraflarına geliyor,
akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci`e
dönüyorlardı.
Bu arada Peygamber Efendimiz bir baş ağrısına yakalandı. İki
gün mücahidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir`i
görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına
rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer`e verdi ve
mücahidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan
etti, ama fetih ona da nasib olmadı.340
Yedi gün böylece devam etti.
Bu
arada, İslâm ordusu Mahmud bin Mesleme`yi şehid verdi. Sıcaklıktan ve şiddetli
çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde
gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır
yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.341
Yine bu esnâda Amir
bin Ekva` ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab karşı karşıya
geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Âmir, Merhab`ın bacağına
şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının
orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslâm ordugâhına getirildi. Orada, yaranın
tesiriyle şehid olarak vefât etti.342 Zaten Peygamber Efendimiz de henüz
Hayber`e varmadan onun şehâdet mertebesine ereceğine işâret
buyurmuşlardı.343
Devs Kabilesi reisi şâir Tufeyl bin Amr, Hicretten önce,
Mekke`de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de
halkını İslâmiyete dâvet edip durmuştu.
Tufeyl bin Amr, bu sefer kabilesinden
dört yüz kadar Müslümanla Hicretin 7. senesinde Medine`ye geldi. Peygamber
Efendimizin Hayber`e gittiğini haber alınca da, Hayber`e gelip İslâm ordusuna
katıldılar. Yahudilere karşı savaştılar.344
Gelen dört yüz kişinin arasında
meşhur Ebû Hüreyre de (r.a.), bulunuyordu.345 Orada Hz. Resûlullah`la buluşup
görüşen Hz. Ebû Hüreyre Ehl-i Suffaya dahil oldu ve ondan sonra Efendimizin
yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan
ettiğinden, bir çok Hadisi Şerif rivâyet etmiştir.
Muhasara devam ediyordu.
Peygamber Efendimiz, birgün şu müjdeyi verdi:
"Yarın sancağı öyle birisine
vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah,
onun eliyle fethi gerçekleştirecektir."346
Mücahidleri bir merak sardı. Acaba
bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu
ve duygu, Hz. Fahr-i Âlemin elinden mübârek ve şerefli sancağı alabilmekti.
Geceyi bu ümit ve arzuyla geçirdiler. Sabah olunca merak ve heyecanları daha da
arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu Hz. Ömer, "Kumandanlığı o günkü kadar arzu
ettiğim zaman olmamıştır"347 diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücahid aynı
arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah
namazından sonra Nebiy-yi Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak
derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübârek elinde
bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübârek ağızlarından çıkacak ve fâtihi
belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara
karşısında Hz. Resûlullah, "Ali nerede?" diye sordu.
Gariptir ki Hz. Ali o
sırada gözlerinden rahatsızdı, "Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor" dediler.
Resûl-i Ekrem buna rağmen, "Olsun! Çağırın gelsin!" buyurdu.
Haberi alan Hz.
Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri mübârek duasıyla şifâ
buldu.348
Efendimiz Ayrıca onun için, "Allah`ım! soğuğun sıkıntısını bundan
gider!" diyerek de duâ etti.
Hz. Ali der ki:
"O günden sonra ne sıcaktan,
ne de soğuktan asla rahatsız olmadım"349
Gerçekten de Hz. Ali yazın en sıcak
günlerde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı. Kışın ise en soğuk
günlerde en ince elbise giyer ve asla üşümezdi.350
Hz. Resûlullahın ak
sancağı artık Hz. Ali`nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye
dönüşmüştü. Demek Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât
buydu. Demek Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı. Her bir Sahabî aynı
duygular içinde İslâmın bu bahadırına gıpta ile bakıyorlardı.
Sancağını Hz.
Ali`ye teslim eden Resûl-i Ekrem kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve
Zülfikâr`ı da beline kendi eliyle bağladı. Sonra da şu emri verdi:
"Allah,
sana fetih nasip edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme."351
Kahraman Hz.
Ali, mübarek sancak elde heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, "Yâ
Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?" diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
"Allah`tan başka ilah ve ibadet
edilecek bulunmadığına ve Muhammed`in Allah`ın Resûlü olduğuna şehadette
bulununcaya kadar onlarla çarpış. Onlar bunu yaptıkları takdirde, can ve
mallarını kurtarmış olurlar. Kalblerindekilerin hesabı ise Yüce Allah`a
aittir."352
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, "Yâ
Resûlallah, onlar Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşacağım" dedi. Bunun
üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:
"Onların kalelerinin yanına
varıncaya kadar vakar içinde ilerle. Sonra onları İslâma dâvet et. Müslüman
oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir.
"Vallahi, senin vasıtanla,
Allah`ın onlardan bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için bir çok kızıl
develere sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da
hayırlıdır."353 Peygamberimiz bu sözleriyle aynı zamanda İslâmî fetihlerin
maksadının ne olduğunu da ortaya koyuyordu.
Hz. Ali, Merhab`la Karşı
Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullahın beyaz sancağı ile mücahidlerin
önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. onları İslâmın esaslarını
anlatıp Müslüman olmaya dâvet etti. Fakat Yahudiler Müslüman olmayı kabul
etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada bir çok
yiğitleri, mücahitler tarafından yere serildi.
Bu arada Hayber Yahudilerinin
en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu
duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek
vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli
görünüşüyle, "Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere aslanları bile kılıçla,
mızrakla yere seren adamımdır" diye haykırıp övünüyordu.
Cesaret kahramanı
Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden şu mukabelede bulundu:
"Ben de, annemin
bana Haydar (arslan) adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli
arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim."354
Yapılan teke tek
vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı olan Merhab, "Esedullah" (Allah`ın
arslanı) ünvanının sahibi olan Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikârla
ikiye bölünerek yere düştü.355
Manzarayı gören Hz. Resûlallah mücahidleri
müjdeledi: "Sevininiz! Hayber`in fethi artık kolaylaştı."356
Bundan sonra
mücahidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler. Bu arada bir çoklarını yere
serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hattâ bir ara kalkanı
elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine
kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi.
Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep
beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar.357
Adamlarının
teker teker yere serildiklerini gören diğer Yahudiler gerisin geri kaçışmaya
başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin beyan
buyurdukları gibi Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti.
Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahidler Natat
Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara
dokunmadılar. Akibetin kötü olacağını gören Yahudiler Natat`ı terk etmek
mecburiyetinde kalmışlardı.
Mücahidler, Nâim Kalesine doğru yürüdüler. Burada
da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman bir çok adamını da bu kale
önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Nâim Kalesinin
düşüşünü, Sa`d bin Muaz Kalesinin teslimi takib etti.
Peygamberimiz, Hayber
kalelerinden bir kaçını muhasara altına almıştı.
Bu sırada önüne davarlarını
katmış birinin İslâm ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber
Yahudilerinden Âmir`in Yesâr adını taşıyan Habeşli kölesi idi. Davarlarını güder
dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarılmak
istediklerini görünce, "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sormuştu.
Yahudiler,
"Şu kendini `Resûl` diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz" cevabını
vermişlerdi. "Resûl" kelimesini duyan Habeşli Yesâr, bir an duraklamış, bu
kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder
olmuştu.
Yesâr sadece, Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor,
meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.
İşte bunun için davarlarını önüne
katarak, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkageldi:
"Sen neler söylüyor ve nelere
dâvet ediyorsun?" diye sordu. Resûl-i Ekrem, "İslâmiyete dâvet ediyorum.
Allah`tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O`nun Resûlü olduğuma şehâdete,
Allah`tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum" buyurdu.
Yesâr, bu sefer,
"Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehadette bulunursam bana ne
var?"
Resûl-i Ekrem, "Eğer bu iman ve bu şehadet üzere olursan Cennet
var!"358 dedi.
Bunun üzerine Yesâr, hemen orada Müslüman oldu.
Resûl-i
Ekrem, ona bu iman ve şehadet üzere ölürse Cennete gireceğini söylemişti. Amma
Yesâr müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve
fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel
olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, "Yâ Resûlallah!"
dedi. "Ben Habeşî (siyah tenli) çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim!
Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine Cennete girer miyim?"
Resûl-i
Ekremden Yesâr`ı sevince boğan bir cevap geldi:
"Evet, Cennete
girersin!"359
Yesâr bu sefer, "Yâ Resûlallah" dedi, "şu davarlar bana
emânettir. Şimdi ben onları ne yapayım?" diye sordu.
Peygamberimiz, "Onları
karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin
yanına dönecektir" diyerek Yesâr`a yol gösterdi.
Yesâr hemen kalktı. Yerden
bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
"Haydi, artık sahibinize
dönünüz."Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip
sahiplerinin yanına vardılar.360
İslâmiyetle şereflenen Yesâr, artık o andan
itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahid olmuştu. Mücahidler safında düşman
arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden kalelerinden atılan taşlarla şehid oldu.
Böylece, bir vakit namaz kılma fırsatını bulamadan Cennete uçan Müslüman
ünvanını aldı.361
Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz.
Resûlullahın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden Sahabîler merakla, "Yâ
Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?" diye sordular.
Resûl-i Ekrem
Efendimiz sebebini şöyle izah etti:
"Şehid, vurulup yere düştüğü zaman Cennet
hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları silerler ve `Allah, seni toza
toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın! Seni öldüreni, öldürsün!`
derler.
"Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevk etti. Allah`a hiç secde
etmediği halde, Cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!"362
İşte,
ihlaslı az amel ve işte ebedî saadet, sonsuz mükafat ve ecir!
Bu hadise bize,
hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlas ve samimiyet olduğu dersini
veriyor.
Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, iman ve İslâma
dâvette insanlar arasında asla içtimaî mevkii ne olursa olsun fark gözetmiyordu.
Evet, Yesâr kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi. Üstelik içtimaî seviyenin o
zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün
bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor; `Müslüman olsa ne
olur, olmasa ne olur` gibisinden herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu.
Aksine gayet ciddi bir şekilde ona İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî
saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
İslâm ve imana hizmette bulunanların
da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir.
Netice
On
günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören
Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz bu isteklerini
kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler
tesbit edildi:
1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin
kanları dökülmeyecek.
2) Hayber`den çocuklarıyla birlikte çıkıp
gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden
başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve
gerekse gayrı menkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi
silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz.
Resûlullaha bırakılacak.
5) Hz. Resûlullaha bırakılması gereken
herhangi bir şey ne surette olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise, Allah
ve Resûlünün emân ve himâye taahhüdünün haricinde kalacaklar.363
Bu şartlar
çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler Hayber`den
çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize şöyle bir teklif
getirdiler:
"Biz mal mülk sahipleriyiz. Mülk bakımı ve işletmesini senden
daha iyi bilir ve başarırız, bırak bizi Hayber topraklarında kalalım!
"364
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve Sahabîler burada duracak durumda
değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsâit bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber
Efendimiz (a.s.m.), tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsullarının yarı
yarıya bölüştürülmesi şartı ile onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade
etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından
ortadan kaldırılabilecekti.365 Böylece Yahudiler, İslâm devleti ile ziraî bir
işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse
vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsul zamanı Abdullah bin
Ravâha Hazretlerini Hayber`e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulatı yarı yarıya
ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele
karşısında Yahudiler, "Yer ve gök bu adalet sayesinde ayakta duruyor!"366
demekten kendilerini alamazlardı.
Şehid ve ölü sayısı
Harp
sonunda 1600 kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehid vermiş olduğu
görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek
gibi bir avantaja sahip olan 20.000 kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93`ü
buluyordu.367
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm devleti
hudutları dahiline alınmış oldu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz Hayber`den
ayrılmamıştı. Câfer bin Ebî Talib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp
geldiler.368 Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu ve bu
sevincini şöyle izhar etti:
"Bilmem bu iki şeyden hangisi ile sevineyim?
Fethi Hayber`e mi, yoksa Câfer`in gelişine mi?" buyurdu.369
Medine`ye
gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahid muhacirlerden bazıları,
Habeşistan muhacirlerine, "Biz hicrette sizi geçmişizdir" dedikleri
duyulmuştu.
Hattâ bir gün, Hz. Câfer bin Ebî Talib`in Habeşistan`a hicret
etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa`nın ziyâretine gitmişti. Orada Hz.
Ömer`le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğrenince,
"Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah Aleyhisselâma
sizden daha yakınız" demişti.
Hz. Esmâ buna kızmış ve "Hayır! Gerçek senin
bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullahın yanında bulunuyordunuz da,
o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, cahillerinizi de vâaz ve nasihat ederek
yetiştiriyordu.
"Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar
yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve
Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık" dedikten sonra şunu ilave
etmişti:
"Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullaha söyleyeceğim ve bunun
doğru olup olmadığını soracağım!"
O sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
geldi.
Esmâ binti Umeys, Hz. Ömer`in kendisine söylediklerini
nakletti.
Resûl-i Ekrem, "Buna karşılık sen ona ne söyledin?" diye
sordu.
Hz. Esmâ, "Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim" dedi.
Bunun üzerine
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Esmâ`ya, "Bu hususta, bana sizlerden daha yakın
kimse yoktur" buyurduktan sonra ilave etti:
"Ömer ve arkadaşlarına bir hicret
sevabı vardır. Siz gemi halkına ise, iki hicret sevabı vardır!"370
Bunu duyan
Habeşistan`dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da
Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça
göstermektedir.
Ganimetler
Hayber`de elde edilen ganimetler, bu
gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber
Efendimizin yanında bulunan bütün Sahabîlere taksim edildi.371 Cenâb-ı Hak,
Hudeybiye seferine iştirak edenlere, fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet
ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.372
Resûl-i Ekrem Efendimiz
Ayrıca, Hayber`de gelip İslâm ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup dört yüz
Müslüman ile, Câfer bin Ebî Tâlib`in (r.a.), başkanlığında Habeşistan`dan dönen
ve Hayber`de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine de bu ganimetten
hisse ayırdı.373
Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce
beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri
kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber
Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında
taksim etti.374
Hayber`in gayrı menkul malları, yeni arazi ve varidatı ise
Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat ve Ketibe
mülkleri, Müslümanların beşte biri hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri
ise Beytülmale ait olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.375
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, Ketibe`nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre,
akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında
bölüştürüldü.376
Ganimetler arasında, Tevrât`tan müteâddit nüshalar da vardı.
Yahudiler bunların iâdesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle
Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere
karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise
aynı zamanda Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş
Mukaddes Kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir
ifâdesiydi.
Yahudilerin, Peygamberimizi Zehirlemeye
Kalkışmaları
Peygamber Efendimizin Bütün iyi niyet ve güzel muamelesine
rağmen, Yahudilerin İslâma karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık
ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı, kötü bir hareketle, hâince
bir tertiple cevap vermeyi âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber
fethedilmiş, Peygamberimiz Ashabıyla birlikte istirahata çekilmişti. Savaşla,
Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine
girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler. Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam bin
Mişkem`in karısı Zeynep üzerine aldı. Plân gereği Zeynep, bir dişi keçi kızarttı
ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi. Ayrıca Peygamber Efendimizin,
davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin
oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını kızartılmış, kebap
edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve "Ey Ebû`l-Kasım! Bunu sana hediye
ediyorum" diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken,
Peygamber Efendimiz ve orada hazır bulunan Sahabîler de ortaya konulan etten
yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma
aldı; fakat yutmadan Sahabîlere, "Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş
olduğunu bana haber veriyor"377 buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr bin
Bera Hazretleri ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine zehirli idi ki Hz.
Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.378
Peygamberleri
öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi
beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de sonuçsuz kalınca, Peygamber Efendimiz, bu
tertibe âlet olan Zeyneb`i huzuruna çağırdı. Zeynep suçunu itiraf etti.
Peygamber Efendimizin, "Bunu neden yaptın?" sorusuna şu cevabı verdi:
"Eğer
gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar
görmeyecektin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan, kendimizi ve insanları
senden kurtarmak için yaptım!"379
Bazı rivâyetlerde, hiç kimseden şahsî
intikam alma duygusu taşımayan Peygamberimiz, kadını öldürmeyip af etmiştir.380
Bazı rivâyetlerde ise onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz.
Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr`in varislerine vermiş, onlar kısas
olarak öldürmüşlerdir.381
Hayber`de Yasaklanan Şeyler
Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi Yasakladı:
1) Esir
alınan kadınlara dokunmayı.
2) Ehlî merkeplerin etlerini
yemeyi.
3) Yırtıcı, azı dişli hayvanların etini yemeyi.
4)
Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılmasını veya satın
alınmasını.382
Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması
Peygamber
Efendimiz Hayber`in fethinden sonra Muhayyısa bin Mesûd`u İslâmiyete dâvet etmek
üzere Medine`den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere
gönderdi. Fedek Yahudileri bir kaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine
üzerine yürümeyi kararlaştırmış, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
Fedek
Yahudileri, Resûlullahın elçisi Muhayyısa`nın sulh teklifini önce kabul
etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin
uğradıkları âkibete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve
sulh teklif ettiler. Peygamberimiz onların bu teklifini kabul etti.
Yapılan
anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı.
Diğer yarısı ise Peygamber Efendimize (a.s.m.) mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar
arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşr Sûresinin altıncı âyeti ile, hiç bir askeri
hareket yapılmadan, barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis
buyurulmuştur. Fedek`te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı
Peygamberimize kaldı.383 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı,
Haşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için
sarfederdi.384
Vâdi`l-Kurâ`nın Alınması
Daha sonra Peygamber
Efendimiz ordusuyla Hayber` den ayrılıp Vâdi`l Kurâ`ya hareket etti. Burası
Hayber ile Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâmdan evvel,
Yahudiler buraya yerleşerek imâr etmişlerdi.
Vâdi`l Kurâ Yahudileri de, Benî
Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı
cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine
yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i
Ekrem (a.s.m.) buradaki Yahudileri önce İslâma dâvet etti. Müslüman oldukları
takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını,
kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah`a ait bir iş olduğunu
bildirdi.385 Vâdi`l Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya
hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onları muhasara
altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar
adam öldürüldü.386
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâma dâvet etti. Yine
kabule yanaşmadılar ve mücahidlere karşı koydular. Fakat mücahidlerin hücumuna
karşı fazla dayanamadılar, henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki, teslim
olmak mecburiyetinde kaldılar.387
Burada, bol miktarda ganimet elde edildi.
Resûl-i Ekrem usulüne göre ganimeti beş kısma ayırdı. Dört payını mücahidler
arasında bölüştürdü. Bir payını da Beytülmale ayırdı.
Arazisi ise, Hayber`de
olduğu gibi orada bulunan ahaliye, mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı
ile bırakıldı.388
Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul
Etmesi
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan
Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve
Vâdi`1 Kurâ`da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir
gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış,
toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.389
Hayber Fethinin
Önemi
Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan`daki bütün Yahudiler İslâm
devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhu ile
müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih
ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye
Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla
işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş
müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu.
Ancak, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı
kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman
kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih
etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber`in çok kuvvetli kalelere sahip
bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi
bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin
oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu
karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç
halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra,
civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul
ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir.
Bu bakımdan Hayber`in fethi, İslâm
tarihinde önemli bir yer işgal eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder