Orhun yazıtlarında ilk kez 717 yılındaki ayaklanmaları nedeniyle adları geçen
Uygurlar, Çin kaynaklarında çok eski zamanlardan başlayarak
adlarının türlü biçimleri ile anılmışlardır. Hoei-ho, Vei-ho, Hu-ho, Heui-hu,
Uygur adlarının anlamı, Çin kaynaklarında
şahin hızı ile hareket eden ve saldıran biçiminde açıklanmakta, diğer yandan da
sözcüğün uy-izlemek ve gur ekinin birleşmesi ile ortaya çıktığı
bildirilmektedir. Uygurların yaşadıkları bölge daha çok Doğu
Türkistan'dır. Doğu Türkistan Uygurların
asıl merkezi olmakla beraber Uygur boyları
Asya'nın ve Avrupa'nın çeşitli köşelerine göç etmişlerdir.
Uygurlar'ın değişik bölgelere göç etmeleri nedeniyle, birçok bölgenin
kaynaklarında haklarında bilgi verilmektedir.
Bazı tarih
kaynakları Uygurlar'ın topluluk olarak M.Ö.III. yüzyıldan sonra tarih sahnesine
çıktıklarını bildirmektedir. Değişik kaynaklardaki bilgiler, Uygur sözcüğü için
farklı anlamlar vermektedir. Buna göre, aç kalmayan, yerleşik yaşayan, katı,
uyan, doyan gibi Türkçe karşılıkları ve anlamları vardır. Uygur sözcüğü daha çok
uyar, yumuşak başlı ve en önemlisi uygar anlamlarında
kullanılmıştır.
Kuraklık ve benzeri
nedenlerle Orta Asya'dan göçler başladığı zaman Uygurlar da Doğu Türkistan'dan kalkarak önce
güneye daha sonra da batıya doğru göç etmişlerdir. Orta Asya'dan
kaynaklanan Türk göçleri arasında önde gelen Türk boyları olarak Uygurlar önemli bir konuma sahiptirler. Uygurlar önce ayaklanma daha sonra da göçlerle tarih
sahnesine çıkmışlardır ama, nasıl ortaya çıktıkları konusunda değişik yorumlar
bulunmaktadır. Kaynakların yetersizliği nedeniyle daha çok mitolojik bilgilere
dayanılmakta ve Uygurlar'ın kaynağı ile ilgili
olarak bir efsanenin bulunduğu ileri sürülmektedir. Bu efsaneye göre, Uygurlar'ın ilk yerleri Tula ile
Selenga arasındadır. Töles boylarının
kuzeyinde yaşayan Uygurlar 630 yıllarında Tula ırmağı boylarına inerler.
Tarduşların egemenliğini tanıdıktan sonra
Uygurlar yer değiştirirler. Bu göç sırasında
dokuz boyların hepsi Tula'nın güneyine inmişlerdir. Selenga
boylarında daha pek çok Uygur vardır. Göktürk yazıtlarında Dokuz Oğuzlar'a
karşı yapılan seferlerin hepsinde ToguBalık adlı bir kentten söz
edilmektedir. Uygurlar Kültekin zamanında da Tula ırmağı
kenarlarında yaşıyorlardı. Bilge Man daha
sonra Selenga ırmağı yöresinden aşağı inerek Kısalta bölgesinde
Dokuz Oğuzlar'ın yerleşme merkezlerini basar.
Bunun üzerine bir kısım Uygurlar Doğu'ya
kaçarlar. Tula ve Selenga ırmakları arasında kalan bölgeye
Talun-Aral adı verilmektedir. Uygurlar
ilk olarak bu iki ırmağın arasında kalan bir ada olan Talun-Aral
bölgesinden çıkmışlardır. Efsaneye göre bu bölgedeki en yüksek dağa bir gece nur
iner. O nurun göründüğü yerde daha sonra kara renkte beş ayrı çadır belirir. Her
birinde bir erkek çocuk oturmaktadır. Bu efsane hem Moğol hem de Çin
kaynaklarında benzer biçimlerde anlatılmıştır. Oğuz Kağan destanında da böyle gökten
inen ışığa rastlanmaktadır. Uygurlar'ın doğuş
efsanesinin bir başka anlatımına göre de gökten ışık inme yolu ile gebe kalma
söz konusudur.
Uygur Türkleri ilk zamanlarda bugünkü Sarı
Irmak nehrinin kuzey kesimlerinde kalan Kansu, Çingey ve
Şensi ülkelerinden başlayarak Tarım nehrinin kuzey kesimlerine
kadar olan geniş sahalarda yaşamaktaydılar. Çinlilerin sürekli baskıları sonucunda M.Ö.III. yüzyılda Moğolistan'ın
Selenga bölgesine çekilmişlerdir. Bu dönemlerde Orta Asya'da Büyük Hun İmparatorluğu hüküm sürmekte ve Uygurlar da bir federasyon olan bu büyük
imparatorluğa bağlı federe bir devlet olarak katılmaktaydılar. Hun
İmparatorluğu'nun iç karışıklıklar sonucunda dağılıp parçalanmasından sonra
iktidar Hun Türklerinin halefleri olarak Tabgaç hanedanının eline geçmiştir (386-534). Uygur
Türkleri de Tabgaç devletini oluşturan yeni
federasyona yedi ayrı boyla katılmıştır. Tabgaçlardan sonra iktidar tüm Orta Asya'da
Göktürkler'in eline geçti. Göktürk İmparatorluğu'nu oluşturan elli Türk boyu
arasında Uygur boyları da yer almıştır. Göktürk İmparatorluğu'nun da bir süre sonra
yıkılmasıyla 627 tarihinden başlayarak Uygurlar, Karluk,
Basmil, Dokuz
Oğuz Türklerini kendi yanlarına çekerek güçlü bir ordu oluşturmuşlar
ve 744 yılında Göktürk İmparatorluğu'nun yerine Uygur devletini kurmuşlardır.
Dokuz boydan
(Yağlakar, Uturkor, Turlumviyar, Avuçağ, Karsar, Hogarsu, Yabutkar, Ayaret)
oluşan Uygur devletinin kurucusu Boyla Kağan olmuştur. Orhun ırmağı
kenarındaki Karabalgasun kenti Uygur
devletinin başkenti olarak benimsenmiştir. Boyla
Kağan ölünce yerine oğlu geçmiştir. Onun döneminde Uygur devletinin sınırları kuzeyde Yenisey,
Orhun ırmakları, batıda Sayan dağları, doğuda Ordus ve
güneyde Kum derya-Hotan, Kaşgar'a kadar genişlemiştir.
Uygur Türkleri tarih sahnesine çıktıkları zaman Çin'de Tang sülalesi gerilemeye başlamıştı. Çin ordusu
Talaş ırmağı kenarında Arap ordularına yenilerek geri çekilmişti.
Bu sıralarda Lu Şang adında bir komutan
devletin zayıflığından yararlanarak Çin imparatoruna karşı ayaklandı. Çin
imparatoru bu durumda Uygur Kağanı Moyençur'dan yardım istedi. Arap halifesi de
imparatora bir ordu ile yardım etti. Bu sırada Uygur Kağanı ordusu ile Çin'e girerek 757'de Loyang kentini geri aldı. Çin imparatoru bunun üzerine Uygurlar'a yıllık vergi ve ikiyüz ton ipek vermeyi kabul etti.
Moyençur'dan sonra Bögü
Kağan Uygurlar'ın başına geçti, iç
karışıklıkların sürdüğü Çin'e girerek kendisi ile ticaret yapmaları için
Çinlileri zorladı. Bu seferden sonra Uygur
tüccarları Çin içine girerek serbest dolaşma ve istedikleri gibi mal alıp
satma hakkını elde ettiler. Çin ipekleri
karşılığında Uygur hayvanları Çin pazarlarında
satılmaya başlandı.
Bögü Kagan'ın Çin'e gitmesi Türk kültür
tarihi açısından büyük sonuçlar yarattı. Çin'de Mani rahipleri ile tanışan kağan dönüşünde dört Mani
rahibini Uygur ülkesine beraberinde getirdi.
Rahiplerin etkisinde kalan Bögü Kağan kısa bir
süre sonra Buda dini yerine Mani dininin resmi devlet dini olmasını
istedi. Bunun en başta gelen nedeni Türkler'in din açısından Çinlilerle
ilgisinin kesilmesiydi. Buda dininden olan Çinliler Uygur Türklerini etkilemeye çalışıyorlardı, ikinci
önemli neden ise, pasif tutumu savunan Buda dininin Türkler'in savaşçılık ruhunu
zayıflatmasıydı. Çin'de yeniden büyük karışıklıklar çıkınca bazı kesimler
Bögü Kagan'a Çin'i istila etmesini
önerdiler. Bunu benimseyen Bögü Kağan
hazırlıklarını sürdürürken yeğeni Bağa Kağan
tarafından öldürüldü. Bağa Kağan başa
geçtikten sonra Çin'e karşı tutumunu değiştirdi. Bu ülkeyi elde etmenin
kolay olduğunu ama, yönetmenin zor olduğunu düşünüyordu. Ayrıca Türkler bu kalabalık nüfuslu toplumun içinde eriyip
gidebilirlerdi. Doğu Göktürkleri zamanla
Çin'in içinde eriyip gitmişlerdi. Bağa
Tarkan'dan sonra başa Külüg Bilge
ve Kutluk Bilge geçtiler.
Çin'in
karışıklığından yararlanmak isteyen Tibetliler
bu ülkeye akınlara başladılar. Çin ile iyi
ticaret ilişkileri olan Uygurlar bu
durumlarını yitirmemek için Çin'i Tibetlilere karşı korumak istediler, ne var
ki, başarıya ulaşamadılar. Uygurlar'ın Tibetlilere yenilmesinden sonra ülkede karışıklıklar
başladı. Kutluk Kağan (795-805) başa geçtikten sonra ise Uygur devleti yeniden düzene girdi. Ekonomik
çalışmalar ve ilişkiler birden gelişmeler gösterdi. Kutluk Kağan ile başlayan düzenli dönem daha sonra
başa geçen Külüg Bilge zamanında huzur ve
gelişme dönemine dönüştü. Ondan sonra başa geçen Alp
Bilge Kağan ile Bulmuş Küçlük Bilge
zamanlarında Uygur devleti yüksek dönemlerini
yaşadı. Bunlar zamanında, Karabalgasun kenti civarına Uygur dönemini anlatan yazıtlar dikilmişti. Bu
kağanlar Uygur devletine saldıran Tibetlileri durdurmuşlar, hakanlığa bağlı olan Karlukları yeniden düzenli bir yönetime kavuşturmuş
ve Uygurlar'ın diğer ülkelerle olan ekonomik
ilişkilerini geliştirmişlerdir.
Uygur devletinde çıkan yeni karışıklıklar sonucunda
bu iki kağan da öldürülünce devlet yeniden sarsıldı. 620 yılından sonra Yenisey bölgesinde
karışıklık çıkaran Kırgızlar kalabalık
güçlerle 840 yılında Uygur devletine saldırarak Karabalgasun
kentini ele geçirdiler, halkı da kılıçtan geçirdiler. 839 yılında yaşanan çok şiddetli kış da Uygur devletinin ekonomik ve sosyal açıdan belini
büktü. Bu olayların birbirini izlemesiyle Hun,
Tabgaç, Göktürklerden sonra siyasal sahneye çıkarak tam bir
yüzyıl hükümranlık süren birinci Uygur devleti
yıkıldı.
Maniheizm dininin Uygurlar'ın savaşçılığını yitirmesinde ve giderek
yazgılarını kabul eden pasif bir tutumu benimsemelerinde önemli rolü
vardır.
Daha önceleri birkaç
kez yendikleri Kırgızlara yenilmek birinci Uygur devletinin sonu oldu. Bu olay üzerine Uygurlar kendi ülkelerinden göç etmeye başladılar.
Kağan ailesinden iki kardeş Uygurlar'ın
göçlerini yönlendirdi. Doğudaki
Uygurlar Çin sınırlarına, orta ve batıda yaşayanlar ise, Asya'nın
önemli ticaret merkezlerine giderek bu bölgelerde yerleştiler. Bir milyon
kişiden fazla bir topluluk Kansu bölgesine göç etti. İkinci bir kafile
Beşbalık yöresine, daha küçük bir Uygur
topluluğu da Kaşgar ve Hotan bölgelerine yerleştiler. Kansu
taraflarına göç eden Uygurlar Vuhi Tekin'i kendilerine kağan olarak
seçtiler.
Kansu'nun
merkezi Kançu kentini merkez alan Uygur
Türkleri burada ikinci Uygur devletini kurdular. Yeni kurulan devletin adı
tarih kaynaklarında Kançu Uygur devleti olarak
geçmektedir. Uygurlar Çin ile daha çok
ticaret üzerine kurulu bulunan ilişkilerini, imparatorun kızları ile Uygur prenslerini evlendirerek
sağlamlaştırmışlardır. Ancak Tang hanedanına
karşı ayaklanmaların arttığı onuncu yüzyıl başlarında Kansu Uygurları bağlı oldukları ve merkezi
Tunhu olan Çin bölgesi ile ilgilerini kestiler. Burada 905 yılında bağımsız bir devlet kuran isyancı
general, Altındağ Krallığı adını verdiği bu
devlete Uygurlar'ı da katmak istemiştir. Bunun
üzerine Kansu Uygurları gönderdikleri ordu ile
bu devletin merkezini kuşatarak egemenliğine son vermiştir. Bu olaydan sonra
Uygurlar'ın batı kolu da bağımsızlık
kazanmıştır. Uygurlar bu zaferden sonra
yeniden güçlenme dönemine girmişlerdir. Kansu
Uygur Devleti, Uygurlar'ın
tarihinde ikinci dönem oluyordu.
Artan ticari ilişkiler ile beraber Uygur devletinin bölgedeki siyasal gücü de
eskisine oranla daha iyi bir düzeye ulaşmıştı. Bu sıralarda Çin'de Tang hanedanı düşmüş ve Beş Sülale dönemi başlamıştı. Bu beş
sülalenin üçünü Şato Türkleri kurmuştu.
Çin'in iç sorunlarına yönelmesi sonucunda Uygurlar Çin ile bağlantılarını keserek tam
anlamıyla bağımsız bir devlet durumuna geldiler. Ancak Uygurlar'ın bu ikinci bağımsızlık dönemlerinin de
fazla uzun sürmediğini ve önce 940 yılında
Kitanların, daha sonra 1028 yılında da Tangutlar'ın egemenlikleri altına girdikleri
görülmektedir. Uygurlar, Cengiz Han Moğol
İmparatorluğu'nu kurunca bu yeni devletin içinde yerlerini aldılar. Uygurlar bu imparatorluktan sonra da Kansu
bölgesinde yaşamayı sürdürdüler ve buranın halkı oldular. Günümüzde bile Sarı Uygurlar Kansu bölgesinde yaşamaktadır.
En eski Türk lehçelerinden birisi olan Uygurca'yı konuşmakta, günlük
yaşamlarında Orhun yazıtlarında
kullanılan numaralama sistemini kullanmaktadırlar. Kansu Uygurları
sonraki dönemlerde büyük bir askeri güç gösteremediklerinden haklarında tarih
kaynaklarında fazla bilgi yoktur. Moğol
İmparatorluğu'ndan sonra Orta Asya'da kurulan yeni devletlerin içinde
Kansu Uygurları da o bölgenin halkı olarak yerlerini
almışlardır.
Turfan yönüne
göç eden Uygurlar'ın başında Uku Tekin'in kardeşi Onye
Tekin bulunuyordu. Kendisi Uygur
boyları birliğinin son kağanı sayılmaktadır. Tanrı Dağları, Turfan
ve Beşbalık yörelerine yerleşen Uygurlar, Kırgızlarca Karabalgasun baskınında öldürülen
kağanlarının yeğeni Mengli'yi 856 yılında kendilerine yeni kağan seçtiler. Yeni
kağanın unvanı "Ulug Tanrıda Kut Bulmuş Alp Külüg
Bilge" idi. Kağan seçiminden sonra bu bölgede oturan Uygurlar Doğu Türkistan
Uygur devletini resmen kurdular. Böylece Kansu
Uygurları'ndan sonra Doğu Türkistan'daki Uygurlar da bağımsızlıklarını açıklayarak ikinci bir Uygur devleti kuruyorlardı, iç çekişmelerle uğraşan
Çin bu yeni Uygur devletini resmen
tanıyarak yakın ilişkiler kurdu. 900
yıllarından sonra Uygur devleti ile ilgili
kaynaklarda çok az bilgi verilmektedir. Güney sınırları Tibet, batı sınırları Karluklar ile
çevrili bulunan bu Uygur devletinin
Turfan, Kaşgar, Beşbalık, Kuça, Hami gibi
büyük kentleri bünyesinde toplayan ülkelerini genişletmek gibi bir politika
izlemedikleri anlaşılmaktadır. Bu koşullarda dış politikası sönük geçen Uygurlar, savaştan çok ekonomi ve ticaret ile
uğraşmışlar, Çin ve Batı ülkeleri ile ticaret ilişkilerini
geliştirmişler, kültür ve sanata ağırlık vererek önemli eserler meydana
getirmişlerdir. Eski Türk kültürünün doğmasında ve kişilik kazanmasında Uygur devletinin çok önemli rolü
vardır.
Uygur Kültürü Uygur devleti başkanlarına bir süre sonra kağan yerine kutsal mutluluk anlamına gelen "İduk Kut" unvanı verilmeye başlanmıştır. Daha sonraları devletin merkezinin adı da İduk Kut olmuştur, ismi Hoca olan kışlık merkez bu yeni adı alırken, yazlık merkez olarak Beşbalık kenti korunmuştur. Uygur devleti bağımsızlık döneminin sona ermesinden sonra, önce Karahitaylar devletine sonra da Cengiz Han'ın Moğol devletine bağlanmıştır. Bununla beraber son Uygur sülalesinin teslim oluşuna kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Uygurlar sahip oldukları bilgi ve kültür ile, bağlandıkları devlet içinde kendilerini göstermişler ve her zaman devlet yönetiminde önemli makamlara gelebilmişlerdir.
Maniheizm dini Uygurlar'ı savaşçı ve göçebe bir ulus olmaktan
çıkaran en önemli etken olmuştur. Bu dinin müzik ve resmi desteklemesi nedeniyle
Uygurlar'da sanat ve kültür çok ileri düzeyde gelişmiştir.
Uygurlar'ın Mani minyatür resminin,
İran ve Hint minyatürcülüğünün kaynağı olduğu benimsenmektedir.
Mabetlerde bulunan Uygur freskleri de bu sanat dalının üstün örnekleri olarak
zamanımıza kadar gelmiştir. Bunların dışında Turfan'da yapılan kazılarda
ipek üzerine boyanmış sayısız resimler bulunmuştur.
Turfan
yöresinde yapılan kazılar, Budizmin etkilerini taşıyan birçok
eseri gün ışığına çıkarmıştır. Bu kazılarda Koço, Yarkoto,
Martuk ve Tuyuk Budist tapınaklarından kalıntılar da bulunmuştur.
Buralarda bulunan eserler eski Türk
tarzı, daha yeni Türk
tarzı ve en yeni dönem
diye başlıca üç gruba ayrılmıştır. Bezeklik ve Murtuk'ta bulunan
Fresklerde Uygur Budist erkek ve kadın
hayırsahiplerinin sembollerine rastlanılmıştır. Bu freskler kültür tarihi
bakımından olduğu kadar gerçekçilikleri dolayısıyla ırk antropolojisi bakımından
da ilgi çekicidirler. Resimlerde Turan ve Ön Asya tipi özellikleri
açıkça görülmektedir Kazılardan yalnız Uygur
Budizmi'nin sanat eserleri değil, Türk diliyle yazılmış bir yığın kutsal kitap
da çıkmıştır. Yunanca, Süryanice, Sanskritçe dillerinden Uygurca'ya çevrilmiş
eserler arasında Budizmin bazı önemli eserlerinin çevirileri de
vardır.
Uygurlar Avrupalılardan yüzyıllarca önce kâğıdı biliyorlardı. Araplar kâğıdın ne olduğunu Uygurlar'dan öğrenmişler ve Araplar aracılığıyla kâğıt Avrupa ülkelerine
geçmiştir. Kitap basma konusu da
aynı biçimde Uygurlar'da biliniyordu. Basımevi en eski dönemlerde Çinliler'de ve Uygurlar'da biliniyordu. Avrupalılar matbaacılığı gene Asya'dan
öğrenerek geliştirmişlerdir. Blok baskı tekniğinin Batı'ya kaymasında
Uygurlar'ın önemli rolleri vardır. Uygurlar kendi dillerini Moğollara da öğrettiler ve Cengiz İmparatorluğu'nun resmi dili Uygurca oldu.
Moğol İmparatorluğu zamanında devletin üst kademelerinde Uygurlar önemli
görevler yaptılar. Kendi dillerinin sağladığı prestij sayesinde elçiler hep Uygurlar arasından seçildi. Uygurların kültürel
yönden güçlü olmaları siyasal bağımlılıklarına karşı gene de bir ulus olarak
varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır.
Uygurlar Moğolları
vahşilikten kurtararak uygarlaştırmışlardır. Moğol İmparatorluğu sınırları içinde hemen her
köşeye resmi görevli olarak dağılan Uygurlar
bu imparatorluğun ayakta kalmasını sağlamışlar ve bir anlamda Cengiz İmparatorluğu'nu Türk-Moğol İmparatorluğu'na dönüştürmüşlerdir. Uygurca bir süre resmi dil olmuş ve
diplomaside sürekli kullanılmıştır. Kendi dillerinin sağladığı üstünlük ile
Uygurlar diplomasinin önemli makamlarını
ellerinde tutmuşlardır.
Uygurlar çağında Türkler göçebelikten yerleşikliğe kesin olarak geçiş
yapmışlar ve yerleşik uygarlığın önemli örneklerini vermişlerdir. Doğu
Türkistan'da Karahoço, Karabalgasun, Beşbalık,
Karaşar, Hotan, Yarkent, Turfan, Komul,
Kulca, Urumçi, Aksu, Suço, Kanço,
Çerçen gibi büyük Türk kentleri
kurulmuş ve geliştirilmiştir. Tarım, endüstri, ticaret ve sanat çok gelişmiştir.
Düzenli yollarla kentler birbirine bağlanmış, sulama sistemi geliştirilerek en
çorak topraklarda bile tarım yapılabilmiştir. Heykelcilik, resim, kumaşçılık,
halıcılık, çinicilik fazlasıyla gelişmiştir. Uygur alfabesi, Uygurların yüksek kültürleri nedeniyle tüm
Asya ülkelerinde yayılmıştır. Uygur alfabesi önceleri Cengiz İmparatorluğu'nda daha sonra da Timur İmparatorluğu'nda resmi alfabe olarak kullanılmıştır.
Kağıdı bilen Uygurlar yazılarını Göktürkler gibi ağaca değil kâğıt üzerine
yazarlardı. Kâğıdı, yazıyı bilen Uygurlar
kendi kültürlerini yansıtan binlerce kitap basmışlar, güzel ve açık
Türkçeleri ile yazı, felsefe, din ve bilim sahalarında değerli eserler
bırakmışlardır. Doğu Türkistan harabelerinde binlerce Uygur kitabı bulunmuştur. Moğollardan sonra Mançular da Uygur alfabesini benimseyince Uygur
alfabesi bütün Asya'ya yayılmıştır.
Göktürkler döneminden kalma mimarlık eserleri çok
azdır ama, Uygurlar kendi kurdukları uygarlığı
yansıtan önemli mimarlık eserleri bırakmışlardır. Uygurlar tüm kentlerini yirmi metrelik surlar ile çeviriyorlardı. Böylece dış
saldırılara karşı kentlerini koruyabilmişler ve bu kentler günümüze kadar o
dönemin simgesi olarak gelebilmiştir. Uygur
sanatında çeşitli ilişkiler nedeniyle Çin
sanatının da geniş etkileri bulunmaktadır. Uygurlar göçler sırasında Tibet bölgesine de
sızdıklarından Tibet halkı ile de ticaret ve kültür alışverişi
yapmışlardır. Yabancı metinlerden yaptıkları çeviriler Uygurlar'ın yüksek bir uygarlık düzeyine sahip
olduklarını gösteren diğer bir kanıttır. Hint
ve İran minyatürcülüğünün aslını Uygurlar yaratmışlardır. Resim ve müziği çok seven
Uygurlar yüksek karakterli insanlardı. Resim sanatında ilk kez model kullanan Uygurlar duvar resiminde de ileri
gitmişlerdir.
Uygurlarda pasaport ve vize işlemleri de vardı. Kira sözleşmeleri yapılıyordu. Köylüler
bile işlerini hukuk belgeleri ile düzenliyorlardı. Türkçe Uygur vesikaları
kesinlikle kâğıda yazılır ve saklanırdı. Semerkand'ta kurulan kâğıt
endüstrisi daha sonraları çevre ülkelerine de yayılmıştır.
Uygur Türkleri Altay dil grubunun "Hakaniye" lehçesini konuşurlardı. Dil
bilginleri Türkçe'nin tarihini dörde ayırmaktadırlar. Buna göre, ana Türkçe çağı, eski Türkçe çağı, orta Türkçe çağı, yeni Türkçe çağı gibi dört ana dönem
Türkçe'nin tarihini göstermektedir. Uygur dili ve yazını IX-XV yüzyıl arası olan orta Türkçe çağına girmektedir. Yusuf Has Hacip'in Kutadgubilik ve Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı Lugat-it Türk adlı eserleri bu
dönemde meydana gelmiştir.
Uygur Türklerinin yazısını da üç dönemde incelemek
gerekir. Uygurlar ilk zamanlarda Orhun yazısını kullanmışlardır. Daha
sonraları Çin etkisi ile Hue-Hu yazısını benimsemişlerdir.
Sonraki yıllarda Moğol ve Mançular da bu yazıyı benimsemişlerdir. Arap yazısı gibi sağdan sola doğru yazılan bu yazıda
harfler sözcüğün başında, sonunda ve ortasında ayrı ayrı biçimlere girmektedir.
Müslümanlığı benimsedikten sonra ise Uygur
Türkleri Arap yazısı ile yazmaya
başlamışlardır. Kaşgarlı Mahmud, Ahmet Yükneki,
Bilal Nazım
gibi Türk Uygur dilci, bilgin ve ozanları
eserlerini Arap yazısıyla
yazmışlardır. Uygur yazınında, benimsedikleri dinlerin de rolü olmuştur.
Önceleri Buda ve Maniheizm dinlerinin etkisiyle yazılan
eserler daha sonraları Müslümanlığın etkisiyle yazılmıştır.
Diğer dinlerin etkisine karşın Uygurlar her
zaman tek tanrıya inanmışlardır. Günlük dillerinden Tanrı sözcüğünü düşürmeyen
Uygurlar her şeyi Tanrıya bağlayan yazgıcı bir düşünceye sahiptiler. 934 yılından sonra Satuk
Buğra Han zamanında Uygurlar
Müslümanlığı benimsemişlerdir. Daha sonraları başa geçen Musa Buğra Han ve Harun Buğra
Han zamanlarında da Müslümanlığın Uygurlar arasında yayılması
sürmüştür.
Uygur Türklerinin yaptığı duvar resimleri birer şaheserdir. Bunun
yanı sıra kendilerinden önce gelen Türk boylarında olduğu gibi keten kumaşlar
üzerine yapıştırılan lake resim sanatı, kâğıt ve ipek üzerine çizme sanatı,
kenevir üzerine yapılan resim sanatı, kitap resimleri ve tahta baskı sanatıyla
da uğraşmışlardır. Uygur Türklerinin ortaya çıkışıyla Türk resim sanatında
birden üslup ve teknik değişikliği de kendini göstermiştir. Uygur Türklerinin bu
yeni akımı 604'ten 1250'ye kadar sürer. Yeni akımda Uygur Türklerinin doğu kültürü ile en çok yakınlık
gösteren Türk boyu olduğu tartışmasız olarak benimsenmiştir. Uygurlar
aracılığıyla Türk resminde hem teknik, hem de düşünce bakımından Uzak doğunun
etkisi kendisini göstermiştir. Uygur Türkleri
Çin sanatını yakından tanımışlar ama üslup ve
teknik açılardan kendi resim sanatlarının özgün çizgilerini korumuşlardır. Bu
resimlerde konu olarak arkaya ok atan atlı ve cennet anlatımları yanında Çin sanatının zarif hatları, çekingen renkleri,
süsleme motifleri de bulunmaktadır. Bu nedenle, söz konusu sanatı, incelik ve
zarafete yönelen Çin sanatı yerine, Türklerin güçlü bozkır geleneklerine bağlamak
gerekmektedir. Böylece resim
sanatında başlangıç başka Türk boylarına bağlansa bile, Uygurlar'ın yüzlerce yıl pek çok eserde geliştirdiği
üslup ve tekniğin Türk sanatını
zenginleştirdiği yadsınamaz. Uygurlar'ın duvar
resimleri genellikle Mani ve
Buda dininin metinleriyle
ilgilidir. Tapınaklardaki duvar resimlerinde başrahibin yolculukları ve
maceraları dile getirilmektedir. Figürlerin düzen içerisinde tek sıra halinde ve
dik duruşları, Türk saray düzenini yansıtmaktadır. Fresklerde kendi resimlerini
çizdirmek isteyen adamlar ve Uygur şehzadelerinin resimleri çok gerçekçi olarak
canlandırılmıştır. Duvar resimlerinde fil resmi de çoktur. Fil iyi niyet, sadakat ve iyilik
simgesidir. Resimlerde fil ile kağan arasındaki anlaşmazlıklar da çizilmiştir.
Uygur Türkleri renk olarak parlak renkler, özellikle koyu mavi ve kırmızı
renkler kullanmışlardır.
Yazı yazarken Uygur sanatçıları kalem kullanmamışlardır. Kaşgarlı Mahmud, Uygur Türklerinin Çinlilerin aksine ağaçtan kalem kestiklerini
yazmaktadır. Boya koyu macun olarak sürülmez, aksine şeffaf gibi ince bir cila
halinde konulurdu. Hafif sürülen cila ile Buda ya da önemli bir kişinin yüzünde
gölgeler meydana gelirdi. Kitap resimlerinde ise, Buda metinleri Uygurca olup,
resim tekniği duvar resim tekniğinin aynısıydı. Siyah ve al mürekkep ile
yazılmış yazılar üzerine şeffaf cila sürülürdü. Mani kitap tekniği ile Budist teknik arasında pek fark yoktu.
Kitap resimlerinde Koçu duvar resimlerindeki üslup ve teknik egemendi. Bu
çalışmalarda hep geleneklere dayanılıyor ve onlar anlatılmaya çalışılıyordu. En
eskilerde ışık ve gölge çelişkisi ile hacimler verilirken, daha sonra teknik,
grafik bir gelişme gösterir.
Arşiv için
kullanılan yazı malzemesi kâğıttır. Düzenli tutulan Uygur arşivlerinin çoğu
zamanımıza kadar kalmıştır.
Çömlekçilik Uygurlar'ın ileri oldukları bir başka sanat dalıydı.
Türkistan'ın tüm önemli kentlerinde çömlekler yapılır ve bunlar boyanarak
süslenirdi. Küp biçiminde yapılan bu çömleklerin en büyüğü daha sonraları tandır
olarak kullanılmış ve ekmekler tandırlarda pişirilmiştir. Milattan sonra
birinci yüzyıldan sonra da Uygurlar bakır, demir, kömür, gümüş ve altını
eriterek işlemişlerdir. Taklamakan Çölü araştırmalarında demir tavlamak
için yapılan maden ocakları bulunmuştur. Kuçar'da ise bakır ve gümüş
dökmek için yapılmış olan kazanlar ele geçirilmiştir. Kuçar kenti
yakınlarında Uygurlar'ın işlettiği bir de
kömür madeni bulunmuştur. Kömür işletmesini bilen Uygurlar bunun ateşi ile diğer madenleri eriterek
silah, kazma, kürek, balta, çapa gibi malzemeler de yapıyorlardı. Demircilik ve
bakırcılığın yanı sıra kuyumculukta da ileriydiler. Demircilik işlerinin
gelişmesiyle Uygur Türklerinde tarım ve sulama
teknikleri de gelişmiştir. Doğu Türkistan'da önemli sayıda sulama
kanalları yapıldı. O dönemlerde Uygurlar
buğday, mısır, pamuk, meyve ve sebze yetiştirmesini biliyorlardı. Potey
kalıntılarında ele geçen küplerin içinde buğday ve mısır tanelerine, keten,
atlas ve ipekli kumaşlara rastlanılmıştır. Hotan kenti kumaş dokuması
alanında çok ileri gitmişti. Koçu, Kaşgar ve Hotan'da
halıcılık ve hasır sanatları gelişmişti. Koçu, Uygurlar'ın önde gelen halıcılık
merkezidir.
Orta Asya
heykel sanatında Uygur üslubu önemli bir yere
sahiptir. Başlangıçta normal insan boyundaki heykeller giderek yerlerini on
metreyi aşan heykellere bırakmışlardır. Kuçar, Hotan, Niye
ve Akterek kentlerinde Uygur heykel
sanatının değişik örnekleri görülmüştür. Hotan heykelciliğinde alçı tekniği
egemen iken Kuçar ve yöresindeki heykellerde portreye yaklaşan ve eski
özellikleri koruyan eserler çoğunluktadır. İç Asya yerleşik yaşamında
yapı teknikleri üç kola
ayrılmıştır. Atlı göçebelerle bağlantılı olarak çadırı andıran hücre tipi yapılar, Hint, Budist ve Çin mimarlığına bağlanan yapılar ile
Çin tekniği görülürdü. Ocak
mimarlık sanatında önemli bir yere sahipti. Binaların bölümleri, oda ve hücreler
çadır tipinde, yuvarlak ve dört köşeli planda, kubbeleri yüksek kasnaklı olarak
yapılırdı. Bu dönemde surlarla çevrili kentlere "balık" adı verilirdi. Saray ve
manastırlar ise kentleri süsleyen başlıca büyük yapılardı. Bir Uygur kenti olarak Balık, yedi kat hendekler
ile çevrilir ve üç kat sur ile örülürdü. İç akropol Ordu Kapağı adını taşır ve kağanın
sarayı burada bulunurdu. Tapınak ve manastırlar da saray mimarlığına uygun bir
üslupta yapılırdı. Bunlar da duvarlar ile çevrili yüksek bir set üzerinde
yapılmışlardı. Ortada Buda heykeli ya da Tanrı heykellerinin bulunduğu bina,
setin çevresinde ise rahip hücreleri sıralanırdı. Tapınaklar Uygur mimarlığının önemli
örnekleridir.
Bir ev tapınağına
çizilen figürlerde Uygurların tiyatro sanatında da ileri gittikleri
anlaşılmaktadır. Uygur tiyatrosu ile ilgili çeşitli belgeler ve figürler
kazılarda ele geçmiştir. Çin ve Hint etkileri tiyatro figürlerinde de vardır.
Mimarlıkta sütunlar çoğunlukla ağaçtan yapılır, boya ve yaldız ile süslenirdi.
Tavan süslemelerinde kenarları lotus motifleriyle çevrili, taç biçiminde,
alçıdan yapılmış çeşitli figürlerin bulunduğu ve bunların müzelerde saklandığı
bilinir. Uygurların ilk dönemlerindeki ilkel
tiyatroları Budizm'den sonra
gelişmiştir. Misyonerler Budizmi yaymak için ilk zamanlarda dinsel törenleri
tiyatrolaştırarak halka takdim ediyorlardı. Sonuçta Uygurların tiyatrosu ile
Budistlerin dinsel tiyatrosu karışmış ve ortaya yepyeni bir tiyatro sanatı
çıkmıştır. Yeni çıkan tiyatroya Mitolojik Tiyatro adı verilmiştir. Eski
zamanlarda Türkistan'a giden gezginler de Uygurlar'ın gelişmiş bir tiyatro sanatına sahip
olduklarını yazmışlardır. Müslümanlıktan sonra da Uygur
Türklerinin tiyatro sanatı sürmüştür. Garip ile Senem, Ferhad ile Şirin, Tahir ile Zühre Uygur tiyatrosunun
seçkin örnekleridir.
Uygurların eğitim ve kültür açısından ileri bir ülke
olmaları nedeniyle civar ülkelerden birçok yabancı öğrenci tahsil için
Kaşgar'a gelirlerdi. Tarihi Kaşgar kenti yalnız Uygur Türklerinin değil Türklük ve İslam dünyasının
önemli kültür ve eğitim merkezlerinden birisi olarak benimsenirdi. Hanlık,
Vanlık, Çarsu, Orda gibi medreselerde Farabi,
İbni Sina, Abdurrahman
Cami, Ali Şir Nevai gibi doğunun
yetiştirdiği büyük bilim adamlarının kitaplarıyla öğrenciler yetiştirilirdi.
Ayrıca Kaşgar'daki Mesudi
kitaplığı ile bütün önemli kitaplar Uygur
öğrencilerinin yararlanmalarına sunulmuştu. Doğu Türkistan daha sonraları
Çin yönetimine girdikten sonra Uygur ülkesinde Çince eğitim yapan çeşitli
okullar da açılmıştır. Çin baskıları son zamanlarda artarak Uygur kültürünü ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Uygur
ülkesinde artık Çin dili ve kültürü geçerli
sayılmış, Uygur dili ile kültür belgeleri
yasaklanmıştır.
Tiyatro ile beraber
Uygurlar'da müzik de gelişmişti. Uygurların
kendilerine özgü on iki makamları
bulunuyordu. Bu on iki makamın özelliği, Uygur
Türklerinin ulusal özelliklerini, örf ve adetlerini, toplum ve yaşama
biçimlerini, başlarından geçen çeşitli tarih dönemlerini içinde toplayabilmiş
olmasıdır.
Uygur Türkleri doğuştan gururlu ve iklim koşulları
nedeniyle de haşin karakterlidirler. Bunun için ulusal irade ve dil kültürünü
geliştirmede hiçbir engel ile karşılaşmamışlardır. Atlı bozkır Türklerinin
yerleşik yaşama geçişleri ve bu tarz ile kendi karakterlerini kaynaştırarak yeni
bir uygarlık yaratışlarının en güzel örneği ilk kez Uygur Türklerinde görülmüştür. Bulundukları bölge
dolayısıyla Uygur Türkleri Batı ve Doğu uygarlıklarının etkisinde
kalmışlarsa da esinlendikleri bu kültürden ayrı ve kendilerine özgü bir uygarlık
meydana getirebilecek kadar uyanık ve düşünsel çaba gösteren bir Türk kavmi
olarak kabul edilirler.
Uygur Türkleri orta boylu, uzun ve sarı saçlı, düz
burunlu, gök gözlü bir boy olarak tanımlanmışlardır. Giysileri genellikle bozkır
tipinin ortak özelliklerini taşımaktadır. Çizme, börk, eşya asmak için kayıştan
veya kumaştan yapılma Türk kuşakları vardır. Kadına çok saygı gösteren Uygur Türkleri genellikle tek kadın ile evlenirler
ve kadına toplum içinde önemli yerler verirlerdi. İncik, boncuk takmayı seven
Uygur hanımları çok süslü giyinirlerdi. Kadınlar hem evlerinde iş yaparlar, hem
de beyleri ile beraber tüm işleri yaparlardı. Hükümdar eşlerinin ise devlet
işlerinde önemli yerleri vardı. Hükümdar adına bazı yetkileri
kullanırlardı.
Uygurların ilk dönemlerdeki ekonomileri genellikle
tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. En çok koyun, sığır ve inek beslerlerdi.
Hayvan ürünlerinden elde edilen yiyecek, giyecek ve barınma eşyaları Uygur
Türklerinin ekonomisinin temelini oluştururdu. Tanrı Dağları ve
Tarım havzası hayvancılığın merkeziydi. Demir, bakır ve kömür çıktığından
Uygurlar bu madenlere dayalı küçük elişleri de
geliştirmişlerdi, İpek Yolu
üzerinde bulunmaları nedeniyle de Çin ve Batı arasındaki
ticaretten paylarını alırlardı.
Hunlar ve Göktürkler'de görülen şenlik düzenleme geleneği
Uygurlarda da vardı. Ötüken Uygurlarının kutladıkları bahar bayramı gene
eski atalarının kutladıkları gibi her yılın beşinci ayında yapılırdı. Bu ay
içinde Uygur kağanının beylerini ve halkını Tolen ırmağının kıyısında
toplayarak gök tanrıya kurban sunduğu hakkında Çin kaynaklarında bilgi vardır. İlkbaharda kutlanan
diğer bir bayram da, sürüleri otlatmaya çıkarma ayı olarak kabul edilen ve 9
Mayıs'ta yapılan Örüs Sara
bayramıdır. Ötüken Uygurları hakkında gökle
ilgili olarak bazı ayinler yaptıkları ile ilgili bilgilere yine Çin kaynaklarında rastlanmıştır. Gökkuşağı görüldüğü
zaman Uygurlar genellikle şenlik yaparlardı.
Tanrıya dualarını ise güneşin battığı yere dönerek yaparlardı.
Kopuz, Uygurların ulusal çalgısıydı. Şenlikler sırasında
kopuz çalarlar, ata binerek yarışırlar ve ok atarlardı. At sırtında gezerken
veya giderken kesinlikle kopuz çalar, şarkı söylerlerdi. Daha çok ilkbahar
aylarında gezmeyi severlerdi. Uygurlar ayrıca
üçüncü ayın dokuzuncu günü de Hansıh
şenliğini kutlarlardı. Bu şenliğin anlamı soğuk yemek eğlencesidir. Bu
şenlik Hıristiyanların paskalyasına, Müslümanların ise Hızır gününe karşılıktır. Bütün
ateşler birgün süre ile söndürülür ve bir gün önceden hazırlanan soğuk yemekler
yenirdi.
Uygurlar, şenliklerinde gümüş ve pirinçten
yaptıkları kaplara su doldururlar, suyu birbirlerine atarak spor yaparlardı.
Suyun fışkırtılması ateşin söndürülmesi anlamına gelmekteydi. Suyu birbirlerine
atan Uygurlar, bedenin serinlemesini
sağlayarak sıcaklığın çıkmasına yardımcı oluyorlardı. Bu şenlikler eski bir
Şamanizm kalıntısı olan yağmur
yağdırmakla da ilgilidir. Uygur Türklerinde
Toy töreninin devlet yaşamında
önemli bir yeri vardı. Toy törenleri beg oğlunun ilk avı, tahta çıkması, bir
felaketten kurtulma ve elçi kabul etme gibi durumlarda yapılıyordu. Tören çan
vuruşu ile başlar, herkes kağanın çevresinde eğilir ve daha sonra da armağanlar
dağıtılırdı. Bundan sonra müzik, içki, ziyafet ve gösteriler birbirini
izlerdi.
Uygur devletinin siyasal yaşamı pek uzun olmamışsa
da daha sonra ortaya çıkan iki yeni Uygur devleti, Uygurları önemli bir yere kavuşturmuştur. Uygur
devletleri kısa ömürlü olmuştur ama, Uygur
halkı günümüzde bile topluca yaşamaktadır. Çin Halk
Cumhuriyeti'nin kuzeyinde, Doğu Türkistan bölgesinde,
günümüzde bir Uygur özerk bölgesi
vardır.
|
9 Temmuz 2012 Pazartesi
Uygur Devleti [744-1335]
Uygur Devleti
[744-1335]
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder